Donnerstag, 23. April 2009
Fenerbahce Hayati
Kuruluş yılı: 1907Kurulduğu Yer: Moda'da Beşbıyık Sokağı 3 numaralı evin alt katı.1895 yılında Moda'da oturan İngilizlerin modern futbolu oynamaya başlamaları, Fenerbahçe Spor Kulübü'nün kurulmasının ilk adımları olacaktı.Deniz öğrencisi Fuat Hüsnü Kayacan'ın, 1899 yılında Fenerbahçe Stadı'nın bulunduğu çayırda meşin yuvarlağa yaptığı vuruşlar sırasında arkadaşları Reşat Denyal, Mehmet Ali ile dile getirdikleri "Ah biz de bir futbol takımı kurup oynayabilsek" özlemi, Türk gençleri arasında Black Stocking FC kurulmasına sebep olmuştur. Fakat daha sonra, kulüp monarşi rejiminin engellenmesini önlemek amacıyla hemen dağıtılmıştır.Bir kaç gencinde katılımıyla aynı isimler, 1902 senesinde bu kez Kadıköy Futbol Kulübü adı altında toplandılar. Ancak daha sert hafiye baskını bu girişimi de engellemiştir.1907 yılının bir bahar gününde gene bir maç dönüşü Ziya, Ayetullah ve Necip evlerinde çay içerlerken sönmeyen ideallerini bir kez daha başarmaya yöneldiler. Monarşi rejimi artık gevşemiş ve bu girişim bu kez tutunmuş ve FENERBAHÇE FUTBOL KULÜBÜ bir daha kapatılmamak üzere kurulmuştur.Fenerbahçe Futbol Kulübü'nün ilk yönetim kurulu şöyledir: Ziya Bey "Başkan", Ayetullah Bey "Genel Sekreter" ve Necip Bey de "Genel Kaptan ve Veznedar"dır.Tabii kuruluş yılları kolay olmamış, zaman zaman futbolcu bulmakta zorlanılmış ve bir çok defa gemilerden ödünç futbolcu alarak ligdeki mücadelesini sürdürülmüştür. 1909 yılında kulübün adı Fenerbahçe Spor Kulübü olarak değişmiş, renkleri de sarı-beyazdan bugünkü rengi olan sarı-laciverede çevrilmiştir. 1909-1911 yılları Fenerbahçe'miz için çok zor geçmiş bir ara dağılma noktasına bile gelinmiş ancak Elkatipzade Mustafa adlı üye, kulübü kurtaran adam olmuştur. Lokali dahi olmayan kulübün takımları çok kötü durumdayken St. Joseph, Robert College ve Kadıköy Numune Mektebi'nden toplanılan genç futbolcularla, kulübün genç takımları kurulmuş, bir nevi alt yapısını oluşturulmuştur. Bu atılım, başarısız geçen 2 yılın ardından Fenerbahçe'ye hiç yenilmeden ilk şampiyonluğunu getirmiştir.Bu şampiyonluk ise, Fenerbahçe'ye yaşama gücü aşılamış ve kulüp Altıyol ağzında 2 odalı bir lokale kavuşmuştur. Balkan Savaşı nedeni ile yapılmayan 1912-1913 lig maçlarından sonra üst üste ve yenilmeden kazanılan 2 şampiyonluk, Fenerbahçe camiasını oluşturmaya başlamıştır. Fenerbahçemiz aynı zamanda 1914 senesinde tertiplenen Genç takımlar şampiyonluğunu da kazanmış ve 10 yıl içinde en çok şampiyonluk kazanmış takım olma unvanını alarak İngilizler tarafından verilen tarihsel şilti de almaya hak kazanmıştır.Kurucular: Nurizade Ziya Songülen Bey, Osmanlı Bankası memurlarından Ayetullah Bey, Bahriye Mektebi talebesi Necip Okaner Bey, Hindli namıyla anılan Asaf Beşpınar Bey ve Enver Yetiker tarafından kurulmuştur.İlk Başkan: Nurizade Ziya SongülenRenkleri: Sarı LacivertAmblem: Fenerbahçe Kulübü'nün ilk amblemi, Fenerbahçe burnundaki ışık saçan beyaz feneri, renkleri ise sarı ile beyaz olmuştu. Ancak, kulüp mensupları bunu tatminkar bulmadıkları gibi, anlam bakımından da içinde bulunulan monarşi rejimini tehdit edici sayılabileceği endişesi ile kısa sürede iptal etti. 1910 yılında Fenerbahçeliler arasında resim çizmede maharetiyle tanınan futbolcu solaçık Hikmet (Topuz)'in çizdiği (bugünkü) amblem ise herkesin beğenisini kazandı ve kabul edilerek bugünlere kadar da ulaştı. İşte "sarı ve lacivert" ağırlık içinde olmak üzere 5 renkten oluşan amblem ve şu anlamları taşımaktaydı(*22) ; "FENERBAHÇE SPOR KULUBÜ 1907" yazılı beyaz yuvarlak çerçeve, temizlik ve açık yüreklilik ifadesiydi. Kırmızı fon ise, safiyet ve Fenerbahçeliler arasındaki sevgi ve bağlılığı belirtirken bu arada bayrağımızı da sembolize etmekte, ortadaki sarı renk Fenerbahçe için duyulan gıpta ve kıskançlığı, kalp şeklindeki lacivert renk asaleti temsil etmekteydi. Sarı lacivert renkler içinde yükselen palamut dalı Fenerbahçelilik güç ve kudretini sembolize etmekte, yeşil renk ise yükselen bu kudret için başarının gerekli olduğunu açıklamaktaydı. Böylece "milli renkler arasında doğan Fenerbahçe"nin, sarı ile lacivert renkler beraberindeki bu amblemi üyelerce de kabul gördüğünden, klişesi İngiltere'ye Manchester şehrine yollanmış ve Fenerbahçe Spor Kulübü'nün bugünkü rozeti olarak ilk kez 1910 yılında yaptırılmıştı. Rozet; 1929 yılından itibaren üzerindeki eski Türkçe harfleri yeni Türkçe harflere bırakmış ve manada önemli etki yapmayacak ufak tefek değişikliklerle de günümüze kadar aynı şekli muhafaza ederek gelmiştir.
Galatasaray Hayati
KURULUŞ Galatasaray Spor Kulübü, Türk Spor Tarihi'ndeki öncü olma özelliğini hiç kuşkusuz içinden doğduğu ve gene öncü bir kurum olan Galatasaray Lisesi'nden (Mektebi Sultani) almıştır. Okul ile kulüp arasındaki koparılmaz bağ, yadsınamayacak bir gerçeklik ve övünç kaynağıdır. Devlet adamı yetiştirmek amacıyla II. Beyazıt tarafından 1482'de kurulan mektep, adını kurulduğu bölgeden alır ve "Galata Sarayı" olarak anılmaya başlar. Okul modern konumuna 1 Eylül 1868'de Sultan Abdülaziz döneminde kavuşur. Okul' un yeniden yapılanmasıyla birlikte, Türkiye'de de gerçek anlamıyla ilk sportif çalışmalar başlamış olur ve okulda Beden Eğitimi dersi jimnastikçi 'Monsieur Curel' tarafından eğitim programına konur. Bu atılımlar gerçekten bir devrim niteliği taşımaktadırlar. Curel, modern aletler eşliğinde çalıştırdığı öğrencileri sportif açıdan geliştirirken, onlar için Kağıthane'de bir idman Bayramı düzenler. Yıl 1870'tir. Bu etkinlikte başarı gösteren sporcular değişik ödül ve madalyalar kazanır ve yarışmaların sonunda öğrencilere "kuzulu pilav" verilir. Bu da, sonraki yıllarda bir başka geleneğin başlangıcını oluşturur. Curel'den sonra görevi devralan yabancı spor hocaları (M. Moiroux, Signor Martinetti, Stangali gibi), jimnastik ve atletizmin yanı sıra, değişik branşlara da eğilerek (yüzme, kürek, aletli jimnastik), bir ilki daha başlatmış olurlar. Bu çalışmaların ürünü çok geçmeden alınmaya başlanır ve adı Türk Spor Tarihi'ne altın harflerle yazılan Faik Üstünidman'ın yanı sıra, Binbaşı Mazhar Kazancı, Abdurrahman ve Ahmet Robenson kardeşler GSL'nde görev alıp, izcilik, tenis, hokey gibi spor dallarının öğrenciler arasında yaygınlaşmasını sağlarlar. Özellikle Üstünidman'ın ön ayak olmasıyla, öğrenciler futbolla tanışırlar. Ama oynanan futbol, bir kör dövüşünden farklı olmayan ve kural tanımayan bir koşuşturmayı andırmaktadır. Ama futbol GSL' nin Tören Kapısı'ndan adımını atmış ve tam bir salgına dönüşmüştür. 1901 yılında İstanbul'da yaşayan iki İngiliz, James Lafontaine ve Horace Armitage, Rum ve İngiliz oyunculardan oluşan Kadıköy Futbol Kulübü'nü kurmuşlar ama 1903'te takımdaki İngilizler bir anlaşmazlık sonucu ayrılarak Moda Kulübü'nü oluşturmuşlardır. 1904 yılında ise bu kulüpler, Imogen, Elpis, Strugglers takımlarıyla anlaşarak, İstanbul Futbol Birliği'ni hayata geçirmişler ve bugünkü Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın yerinde bulunan "Union Club-İttihat Spor" sahasında düzenli karşılaşmalar yapmaya başlamışlardır. Görüldüğü gibi bu takımlar yabancı ya da azınlık takımlarıdır. Türk olmayan ekiplerin gerçekleştirdikleri bu ilk futbol karşılaşmaları, GSL öğrencilerini hem ilgilendirir hem de çok üzer. Artık onların amacı, kendi futbol kulüplerini kurmak, ölesiye sevdikleri bu oyunun kurallarını "hatmetmek" ve yabancılarla boy ölçüşmektir. Türk olmayan takımları yenmek Galatasaray Spor Kulübü'nün kurucusu Ali Sami Yen, "Ellinci Yıl" kitabında kuruluş öyküsünü şöyle anlatır: "1 Teşrin 1905'te mektebin beşinci sınıfında edebiyat muallimimiz merhum Mehmet Ata beyin dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray'da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik. İlk müteşebbisler oyuna ve mücadeleye meyyal arkadaşlardan Asım Tevfik Sonumut, Reşat Şirvani, Cevdet Kalpakçıoğlu, Abidin Daver, Kamil...gibi gençlerdi. Mektepde tahsilde bulunan Bulgar ve Sırp talebesinden çevik ve kuvvetli olanlar da bize iltihak etmişlerdi. Asım'ı muhasebeciliğe, Cevdet'i ikinci reisliğe seçmiş, kendim de Reis olmuştum. Asım her hafta arkadaşlardan birer kuruş toplamakda mahir olduğu için kendisini muhasebeci yapmıştık. Ben Reisliği topu yağlayıp şişirmekle almıştım. Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu. Mektebe gelirken, domuz sokağından geçer, domuz yağı alırdım. Topu onunla yağlar, şişirirdim; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim. Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi. Yani o zaman Reisliğe ve diğer vazifelere payeyi, en çok çalışan kazanırdı. Cevdet de ikinci Reisliği formaları yıkadığı için almıştı. "Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek." Kulübün adının Gloria (Zafer) ya da Audace (Cesaret) konulması yolunda görüşler ortaya atılmışsa da, sonuçta Galatasaray olmasında anlaşmaya varılmıştır. Araştırmacı Cem Atabeyoğlu, Galatasaray adının, bu takımın yaptığı ilk maçta Rum ekibini 2-0 yenerken, seyircilerin onlardan "Galata Sarayı efendileri"diye söz etmelerinden doğduğunu yazar. Bunun üzerine kurucular da ismi benimserler ve "Adımız Galata Sarayı olsun" derler. Kurucu Listeler 1905'ten 1919'a kadar Galatasaray Spor Kulübü'ne Başkanlık yapan, mektebin 889 numaralı öğrencisi Ali Sami Yen, inci gibi elyazısıyla tuttuğu Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü ıhsaiyet Defteri'nin (Sayım-İstatistik Defteri) 181 ve 182. sayfalarında kurucu 13 üyeyi şöyle sıralar: 1-Ali Sami Yen; 2-Asım Sonumut; 3-Emin Bülent Serdaroğlu; 4-Celal İbrahim; 5-B. Nikolof; 6-Milo Bakiş; 7-Pol Bakiş; 8-Bekir Sıtkı Bircan; 9-Tahsin Nahit; 10-Reşat Şirvanizade; 11-Hüseyin Hüsnü; 12-Refik Cevdet Kalpakçıoğlu; 13-Abidin Daver. 1905'te Osmanlı İmparatorluğu'nda bir dernekler yasası bulunmadığından, Galatasaray Spor Kulübü yasal olarak tescil edilme olanağını bulamamıştır. 1912 yılında Cemiyetler Kanunu çıkarıldıktan sonra, kulüp yasal bir kimlik kazandı. Yetkili makamlara kulüplerin tüzükleriyle birlikte, kurucu üyelerin ad ve adreslerinin de bildirilmesi zorunlu tutulduğundan, istifa eden ya da eğitimlerini tamamlayarak ülkelerine dönen üyeler ilk listeden çıkarılmış ve 1 Eylül 1913'te kurucu liste yeniden düzenlenmiştir. Kurucu üyelerin yeni sıralaması şöyle gerçekleşmiştir: 1-Ali Sami Yen; 2-Asım Sonumut; 3-Emin Bülent Serdaroğlu; 4-Celal İbrahim; 5-Bekir Sıtkı Bircan; 6-Reşat Şirvanizade; 7-Refik Cevdet Kalpakçıoğlu; 8-Abidin Daver. Renklerin öyküsü Galatasaray Spor Kulübü'nün ilk renkleri kırmızı-beyaz'dır. Bayrağımızın renklerinden esinlenerek seçilen bu renkler, dönemin baskıcı ve paranoyak yönetimi tarafından kuşkuyla karşılanmış ve futbolcular sıkı bir takibe alınmışlardır. Bu nedenle, sarı-siyah renkler gündeme gelmiş ama bunlar da kalıcı olmamış ve Galatasaray bugünkü renklerine kavuşmuştur. Bu renklerin öyküsünü Ali Sami Yen'den dinleyelim: "Birçok yerleri dolaştıktan sonra, nihayet Bahçekapı'daki Şişman Yanko'nun dükkanına gidilerek orada zarif iki yünlü kumaşa tesadüf ettik. Biri, vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızı, öteki de, içinde turuncudan iz taşıyan tok bir sarı. Tezgahtar, mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birleştirdi. Bir saka kuşunun başı ile kanadının yarattığı renk güzelliğine benzer bir parlaklık hasıl oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı-Kırmızı alevinin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Nitekim de öyle oldu." Buna karşılık kuruculardan Bekir Sıtkı, söz konusu renklerin Gül Baba'nın II.Beyazıt'a verdiği sarı ve kırmızı güllerden esinlendiğini ileri sürer.
Mittwoch, 22. April 2009
Alevilik
Hz. Ali, Alevilik, Aleviler ve Başkaları
Günümüzdeki Durum
Alevilik, konusu, son yılların önemli bir gündem maddesidir. Alevilik konusunda günümüzde çok yoğun teorik ve dolayısıyla da pratik bir süreç yaşanmakta; ilgili, ilgisiz, bilgili bilgisiz herkes herşeyi söylemekte ve konu her yöne her şekilde çekilebilmektedir. Sonuçta bu konu, bir kavram kargaşası ya da çözümlenemeyen bir sorun olarak düğümlenmiş bulunmaktadır. Şüphesiz, bu duruma gelinmesinde, kendisini ”Alevi olarak kabul eden yoğun halk kitlelerinin” bulunmasının önemli bir rolü vardır. Bu sayısal çoğunluk, siyasal süreçte kitlelere yön vermek isteyen kişi ya da grupların iştahını kabartmakta, dolayısıyla herkes olayın bir yönünden çekiştirerek Alevi kitleyi yönlendirmek istemektedir. İşte bu nedenle günümüzde Alevilik konusu etrafında, bir yığın teorik ve pratik tartışma süreci başlamıştır. Alevilik sorunu, öyle veya böyle bir şekilde ve uzunca bir süreçte belli bir zemine ya da birkaç zemine oturacaktır. Toplumsal değişimler, süreç olarak uzun yıllara yayılmıştır. Alevilik süreci de uzun teorik değerlendirme ya da çatışmalardan sonra kendi asli zeminine oturacaktır.
Sorunun Tesbiti
Alevilik sorununun çözümü, temel olarak bu sorunun nereden kaynaklandığının tesbitiyle ilgilidir. Sorunun nereden kaynaklandığını tesbit edebilirsek, çözüm de bu ölçüde basitleşecektir. Bu noktada, herşeyden önce söylemeliyiz ki, bu konu kişilerin kendi duygu ve düşüncelerine göre açıklama yapmak istemelerinden dolayı günümüzdeki noktaya, tabiri caizse, kördüğüm noktasına gelmiştir. Bu nedenle, sağlam bir ölçü ya da kaynaktan hareket edilemez ise, veya farklı kaynak ya da tesbitlerden yola çıkarak konuya yaklaşımlar olursa, Aleviliğin bu ölçüde farklı açılımları olacağı muhakkaktır. Bu nedenle ”bana”, ”bize” ya da ”Anadolu’ya göre Alevilik” şeklinde yapılacak olan tüm açıklama ve açılımlar, eninde sonunda birbirleriyle çatışacak çelişecektir. Daha açıkca söylemek gerekirse ”Anadolu’da yaşanan şeye”, ”solcuya”, ”sağcıya”, ”Sünniye”, ”kendisini Alevi kabul edenlere”, ”kültüre” göre Alevilik şeklindeki yaklaşımlar veya temel tesbitlere göre Alevilik tanımlarına girilecek olunursa, Alevilik konusu, tıpkı günümüzdeki süreç gibi içinden çıkılamaz bir hale gelecektir.
Çıkış Yolunun Tesbiti
Tüm bu açmazlardan ya da çelişkilerden kurtulmak için çok sağlam bir tesbit yapmak, çıkış noktası bulmak zorundayız. Öyle bir çıkış noktası bulmalıyız ki, sorunun çözümü de o çıkış noktasının kavranabilmesinde saklı olsun. İşte bu noktada karşımıza kavramın ifade ettiği, işaret ettiği bir şahıs çıkmaktadır. Bu şahıs Hz. Ali’dir. Alevilik konusunu, kim nereye çekerse çeksin eninde sonunda da kavram Hz. Ali’nin şahsına veya fikrine bir ölçüde dayandırılmaktadır. Zaten Alevilik kavramı da nitelik açısından ilk aşamada Hz. Ali’yi sevmeyi, yolundan gitmeyi, ona bağlanmayı, ona hak vermeyi ifade edecek anlamları taşımaktadır. Alevilik, herşeyden önce, Hz. Ali ile ilgili bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde çıkış noktası hiç şüphesiz ve tereddütsüz Hz. Ali olmalıdır. Hz. Ali’yi çıkış noktası olarak almayan bir açıklamanın konusu, zaten Alevilik olamaz.
O halde, neyin Alevilikle ilgili olup olmadığının tesbiti sorununun çözümü, Hz. Ali’nin kim olduğu ve neyi niçin savunduğuyla ilgili sorulara verilecek cevaba bağlı olacaktır. Hz. Ali’yi dışlayarak, yok sayarak yapılacak açıklamalar doğal olarak Alevilikle ilgili olmayan açıklamalar olacaktır. Yani Hz. Ali, sadece bir sembol olmayıp, Alevilik konusunun düğüm noktasıdır. Alevilik konusu ya Hz. Ali’nin görüş ve ilkelerine uygun bir zemine oturacak ya da savunulan fikirlere Alevilik dışında bir isim bulunacaktır. Yani savunulan ve açıklanan fikir solculuksa solculuk, sağcılıksa sağcılık, Sünnilikse Sünnilik olarak isimlendirilmelidir. Hz. Ali’nin fikirleri anlaşıldığında söylemek istediğimiz ifade kendiliğinden açığa çıkacaktır. Hz. Ali kimdir? Fikirleri Nedir? Eğer bu iki soruya sağlıklı cevaplar verebilirsek hem Alevilik sorunu belli bir zemine oturacak hem de çelişkiler çözümlenecektir.
Konuya Giriş
Hz. Ali, İslam Peygamberi ya da son peygamber olan Hz. Muhammed’in (sav) amcasının oğlu, damadı ve peygamberin kendi ifadesiyle ”velisi ve vasisi”dir. İslam peygamberinin babası Abdullah ile Hz. Ali’nin babası Ebu Talip kardeştir. Hz. Ebu Talib’in geçim sıkıntısını hafifletmek için Hz. Peygamber daha çocuk yaşlarındayken Hz. Ali’yi yanına almış, onun bakım ve yetiştirilmesini üstlenmişti. Hz. Ali de bütün yaşamı boyunca peygambere yardım etmiş ve onun ilkelerini, herkesten önce kabul etmiş; hayatı boyunca gözünü kırpmadan savunmuştu. Nitekim Hz. Peygamber, kızı Hz. Fatıma’yı Allah’ın emriyle Hz. Ali ile evlendirmiş ve peygamberin zürriyeti bu evlilikten doğan çocuklarla devam etmiştir.
Doğru kaynaklarda, Hz. Ali ile ilgili yüzlerce hadis bulunmaktadır ki, birkaçını buraya alıyoruz:
-“Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır. Kim o şehre girmek isterse, kapıya müracat etsin.”
-“Ey Ali, sen ve senin Şia’n (taraftarın) kurtuluşa erenlerdir.”
-“Ey Ali, benden sonra ümmetimin ihtilaf ettikleri şeyleri sen açıklayacaksın.”
-“Ali benden ve ben Ali’denim. Benim adıma kendim ve Ali’den başkası konuşamaz.”
-“Allah’ım, Ali’yi seveni sev, O’na düşman olana düşman ol.”
-“Ben kimin mevlasıysam, Ali onun mevlasıdır.”
İşte İslam peygamberinin bu kadar değer verdiği bir şahsın dostları, binlerce yıldır kendilerini tüm baskılara rağmen ”Alevi” olarak tanımlar. Ancak bu kavram yer ve bölgelere göre değişik ifadelerle de anılır, kullanılır. Arap ve Fars kaynaklarında Hz. Ali dostluğunu ya da taraftarlığını ifade etmek için ”Şii” veya ”Şia” kavramları kullanılır. Yani kelime anlamıyla önceliği ifade eder. Yine aynı ekolü ya da çizgiyi ifade eden ”Oniki İmamcılık”, ”Caferilik” kelimeleri de bu anlamda kullanılır. Yani Hz. Ali’ye özel bir önem veren Müslümanlar, kendilerini ve çizgilerini diğer Müslümanlardan ayırmak için Alevilik, Şiilik, Şialık, Caferilik, Oniki İmamcılık, Ehli Beytçilik, Kızılbaşlık gibi terimleri kullanmışlardır. Kimi ülkelerde bunların bir veya birkaçı birlikte kullanılırken, kimi ülkelerde de aynı anlama gelen diğer kavram kullanılmıştır. Türkiye’de ve Anadolu’da ”Alevilik” kavramı ağırlıklı olarak kullanılmaktadır. Ancak bu kavramlarla ifade edilen teori ve pratiğe baktığımızda, özellikle Anadolu ile Orta Doğu ülkelerindeki teori ve pratiklerin birbirlerini tutmadığı görülür. Oysa Hz. Ali ve kısaca ”Oniki İmamlar” diye tabir ettiğimiz peygamberin zürriyesi olan şahısların yaşantılarında, birbirini tutmayan çelişkili fikirler yoktur.
O halde, buradan da anlaşılacağı üzere, Hz. Ali dostluğu, hayat pratiğine yansırken, bazı uygulama ve teoriler, sanki Hz. Ali’nin fikriymiş gibi topluma sunulmuş ve bu fikirler de zamanla kökleşmiş ve farklılaşmıştır. Bu fikirler yıllarca, Hz. Ali adına yaşatıldığı için, günümüzdeki süreçte sanki Hz.Ali’nin fikriymiş gibi toplum belleğine yerleşmiştir. Yani Hz. Ali’nin ilkelerinden ve ondan günümüze gelen, direkt ve bozulmadan gelen kaynaklardan uzaklaşıldıkça, çizgiden sapmalar olmuştur. Bu durumda, Alevilikle ilgili olarak sağlam ve temel kaynakların belirlenmesi zaruridir. Bu da pek doğal olarak Hz. Peygamberin sözleriyle açıklanmıştır. İslam peygamberi tüm insanları Hakk’a davet ederken belli zaman fasıllarıyla şöyle demiştir:
-“Ehli Beyt’im, Nuh’un gemisi gibidir. Binenler kurtulur, binmeyen helak olur.”
-“Fatıma benim vücudumun bir parçasıdır, her kim onu gazaplandırırsa beni gazaplandırmış olur.”
-“Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.”
-“Oniki halife var olduğu sürece, İslam aziz olacaktır.”
-“Halifem oniki tanedir ve hepsi Kureyştendir.”
-“Bu din, Oniki İmam var olduğu sürece aziz ve ayakta duracaktır.”
-“Benden sonra, Oniki Emir olacaktır.”
-“Sizlere Ehli Beyt’im hakkında Allah’ı hatırlatırım.”
-“Yakında ümmetim yetmiş iki fırkaya bölünecek, onların içinden bir grup hariç hepsi helak olacaktır.”
-“Ya Ali, sen ve senin Şia’ların kurtulacaktır.”
Yine İslam tarihinde ”Gadiri Humm” denilen bir olay vardır. Bu olay, ”veda haccı” veya ”veda hutbesi” olarak da bilinir. Hz. Peygamber son hac dönüşünde
-“Ben sizlere iki paha biçilmez emanet bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı Kur’an, diğeri de Ehli Beyt’imdir. Kim bu iki emanete birlikte sarılırsa o kurtulacaktır”
demiştir. Hz. Peygamber ilk zamandan son zamanlarına dek, hep sürekli olarak Hz. Ali’yi, Ehli Beyt’i, Oniki İmamları övmüş ve bunların Kur’an’la birlikte en temel kaynak olduğunu tüm insanlığa bildirmiştir.
Ancak ne yazık ki, mazlum ve cahil halk kitleleri bu gerçeklerden, bu insanların ilkelerinden uzak bırakılmıştır. Günümüzde de bu süreç halen devam etmektedir. İslamiyet, Hz. Ali’nin ve Oniki İmamların dışında öğretilmeye ve öğrenilmeye çalışılmaktadır. Bunlardan anlaşılacağı üzere son peygamber olan Hz. Muhammed tüm peygamberlerin hedeflerinin nihai, odak noktasıdır. Hz. Adem’in, Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in dini İslamiyetin içerisinde vücud bulmuş, yaşam bulmuştur. Hz. Ali’de işte bu İslam peygamberinin velisi ve vasisi olduğundan dolayı, Hz. Adem’den bu yana yaşamış olan tüm peygamberlerin ilke ve fikirleri Hz. Ali ve Oniki İmamların çizgisinde yaşatılmaktadır. Bu anlamda Aleviliğin genel anlamda Hz. Adem’den bu yana, özel anlamda da Hz. Ali’den bu yana yaşadığını söyleyebiliriz. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus, bu çizginin ”vahiy” kaynaklı olup, kültürel olmadığının anlaşılmasıdır. Söylemek istediğimiz şey, tüm dinlerin ortak yanı olan Allah, peygamber, ahiret fikrini en iyi bilen, açıklayan, tanımlayan şahıs, özel anlamda Hz. Ali’dir.
Aleviliğin Kazandırdığı Değer
İnsanı ve toplumu ilgilendiren tüm sorunların açıklanması, çözümü ya da ipuçları Hz. Ali ve Oniki İmamların ilkelerindedir. Allah fikri, dolayısıyla da peygamberlik fikri ve bunlara bağlı olarak da Oniki İmamların fikirleri temel anlamda kainatı açıklamak iddiasındadır. Alevilik, bu anlamda evrensel bir iddiadır. İnsanın, toplumun ve kainatın yorumunu yapacak bir iddiadır. Alevi bakışı, sorunlara açıklık ve çözüm getirir; dolayısıyla da insanı ilgilendiren her konuya duyarlıdır; toplumu ve kainatı ilgilendiren her sorunu, bilinmezi irdeler cevap arar, cevap verir. Alevi bakışı, insanın doğumundan ölümüne dek ve ondan sonrasını da açıklamak, göstermek, hissettirmek iddiasındadır. Alevi bakışının konusu, sadece nesnel gerçeklikler olmayıp nesnel olmayanla da ilgilidir. Oniki İmamların taşıdıkları değer ve ilkeler, yaşanmış ve yaşanacak olan bütün çelişkileri çözmek iddiasındadır. Alevilikte ka-yıtsızlık, çözümsüzlük, çaresizlik ve şaşkınlığa yer yoktur; çünkü Alevilik ilahi te-melli bir fikirdir ve Allah’ın iradesinde çözümsüzlük yoktur.
Alevilik ilkelerini kabul ederek, Alevi bakışıyla evrene bakan kişi, artık bir he-defe yönelmiş demektir. Alevilik bu anlamda, herşeyden önce Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik temel hedefe yönelmek anlamına da gelir. Kişi, kendisini ve kainatı lütfuyla yaratan Allah’ın yüceliğine istinaden, O’nun iradesine uygun olarak ruhunu ve bedenini yönlendirirse ya da başka bir deyimle Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanabilirse; güzel ahlâk sahibi olabilmek için, Allah’ın buyurduğu gibi veya O’nun buyruğuna uygun olarak yaşamını ”helal, haram, mekruh, müstehab, mübah” gibi fıkhi hükümlerle bu hükümlerin felsefesini bilerek ve anlayarak yönlendirebilirse, böylece yüce yaratıcıya lütuflarından dolayı teşekkür etmeye çalışmış olacaktır. İslami deyimle ”kulluk” görevini yapacaktır. Şüphesiz, bu tür yönelişler, Allah’ın ihtiyacıyla ilgili olmayıp, kişinin bizzat kendi değerinin Allah katında yücelmesiyle ilgilidir. Biz Allah’ı her türlü eksik ve noksan sıfatlardan tenzih ederek biliriz. Eksiği ve noksanı olan Allah değildir. Bu şekildeki fıkhi ve irfani yöneliş sonucunda kişi, kendisiyle, kainat arasındaki ilişkiyi çözecek ve kendi varlığının sebebi hikmetini bulacak ve görecektir. Kişinin bu yönelişi sırasında değer yargıları ve hayata bakışı değişecek, güzelleşecek ve kişi hayatın gerçek esprisini yakalayacaktır. Artık kişi, nereden gelip nereye doğru gittiğini ve sonuçta ne olacağını bilecektir. ”Nefsi cihad” da denilen bu süreç sonunda, kişide değerler devrimi olacak, kişinin gözünde bazı devler cüceleşecektir. Nihai aşamada, artık kişi akılla birlikte ulaşabileceği ”aşk” ya da ”tutku” sınırlarına ulaşacak ve Allah’ın lütfunu yani bağışlamasını ümitle bekleyecektir. Kişinin artık tek endişesi Yüce Allah’ın kendisinden bu lütfu esirgemesi korkusu olacaktır ve bu kişi, ümit ve korku arasında, belli bir günü bekleyecektir. Bu tür kişilerin çoğalması durumunda da ”her toplum layık olduğu çerçevede yönetilir” ilkesi gereğince, toplumun üst yapısında buna uygun değişimler olacaktır. Zaten dünyayı adaletle dolduracak önder olan Oniki İmam ve pratiği, temel kaynakları olmazsa olmazları vardır. Bunlar belirlidir ve bu noktalarda kişi, belirli bu ilkeleri, en azından teorik olarak kabullenmek durumundadır. Kişi bu ilkeleri kendi aklıyla, kendi düşünce ve muhakemesiyle bulup, onlara inanıp, teslim olmak durumundadır. Bu, doğmatik bir süreç olmayıp sonsuz bir süreçtir. Tüm bu çerçeveden anlaşılacağı gibi, Allah fikrini Allah’ın adıl olduğunu, Peygamber fikrini, Oniki İmamların imametini ve Ahiret alemini reddeden kişinin ya da kişilerin Alevi olmaları mümkün değildir.
Alevilikte Kaynak Sorunu ya da Sıkıntısı Üzerine Bakış
Alevilik sözkonusu olduğu zaman konuşan, yazan kimselerin mutlaka ve mutlaka Kur’an ve Oniki İmamlardan kaynaklar getirerek söz ve davranışlarını bu sahih kaynaklar çerçevesinde isbatlamak zorunluluğu vardır. Kaynakların da doğal olarak Arapça ve Farsça olması gerekmektedir. Hz. Peygamberin ve Oniki İmamların fikirlerini temel olarak bu Arapça ve Farsça kaynaklardan öğrenmek zorunluluğu vardır. Pek doğaldır ki o günden bugüne kadar gelen kaynakların bazıları, sahih değildir; yani çarpıtılmış kaynaklardır. Hangi kaynağın doğru, hangisinin yanlış olduğu konusunda da Alevi teorisinde Oniki İmamların senet zinciriyle onların dostlarından gelen kaynakların ve tefsirlerin veya hadislerin genel anlamda doğru kabul edileceği tezi vardır. Aleviyi kaynak bakımından Sünniden ayıran temel espride budur. Alevi kişi, İslamı anlama konusunda mutlaka Oniki İmamlara ve onların dostlarına senet zinciriyle dayanan kaynaklara öncelik verir; İslamı anlama ve yaşama konusunda Emevi, Abbasi, Osmanlı ve bunlarla işbirliği yapan kaynaklara güvenmez. Bu nedenle de Alevinin aldığı abdest ya da kıldığı namaz şekliyle Sünninin aldığı abdest ve namaz şekli farklıdır ve bu tip farklılıklar hem fıkıhda ve hem de İslamı anlama noktasında kendisini belli eder. Aleviyi diğer İslami ekollerden ayıran temel ölçü ve yaklaşımlardan birisi de zaten bu bakıştır. Bu noktada birkaç Alevi kaynağından en azından isim olarak bahsetmek gerekiyor. Aleviler, ”dua” konusunda ”Sahifeyi Seccadiye ve Kumeyl duası”; ”tefsir” konusunda ”Mecmail Beyan, Beyanı Hak, El mizan, Tefsirül Numune”; ”fıkıh” konusunda ”Lumeteyn, Usulü fıkıh, Muhtesar, Kifaye, Tevatur”; ”hadis” konusunda ”Usulü Kafi, İstibsar, Menla Yehzuruhul Fakih, Tehsibil Ahkam”; ”kelam” konusunda ”Temhidil usul, Usulü kelam”; ”tarih” konusunda, ”El irşad, Tarihi Tevatur, Gıssası Kur’an, Müntehil Amal” gibi bazı kaynakları öncelikli olarak kullanır. Buna benzer birçok kaynak, Alevi-İslam anlayışında kullanılır. Ancak ne yazık ki Ana-dolu’da yaşayan Alevileri bu kaynaklardan kopardıkları için, onlar Aleviliklerini gerektiği gibi yaşayamamış; çünkü öğrenememiştir.
Başka insanların, toplumların ve ideolojilerin ilkelerinin Alevilik olarak sunulmasını önlemenin en temel yolu Kur’an ve Ehli Beyt çizgisindeki temel kaynaklara yönelmektir. Anadolu’da Alevilik adına cem yapılıp, semahlar dönülür ve dedeler dinlenir. Oysa ki bu uygulamalar, eski Türk ve Kürtlerin Şaman ve Zerdüşt dinlerine ait kültürel uygulamalardır ki, bu uygulamaların ne Kur’an’la ne de Oniki İmamlarla bir ilgileri yoktur.
Yine Anadolu’ya gelmiş ve Müslümanlığı kabul etmiş bazı kitleler eski inanışlarını, İslami çerçeve içerisine sokarak yaşatılmıştır. Bir müddet sonrada bu pratikler, değişik tarikatler tarafından İslam olarak algılanmış, Hz. Ali’ye atfedilmiştir. İşte Anadolu’da Osmanlı tarafından Anadolu’yu Sünnileştirmek ve yabancı unsurları Osmanlı lehine kullanabilmek amacıyla kurmuş oldukları Bektaşilik tarikatı, bunlardan birisidir. Anadolu’da yaşanan tüm kültürel öğelerden içerisinde birer parça bulunan bu tarikat, Hacı Bektaş adına onun ölümünden sonra Osmanlı tarafından örgütlenmiş olmasına rağmen, tıpkı diğer Sünni tarikatlar gibi, kendisini Hz. Ali’ye bağlayarak, bağlıymış gibi göstererek Hz. Ali’ye sempati duyan kitleleri Hz. Ali’nin yolundan ve temel kaynaklarından uzaklaştırmıştır. Bektaşilik nihai anlamda bir kültürel sentez olup, Sünni tasavvufçu Hacı Bektaş’tan da uzaklaşmış durumdadır. Hz. Ali’ye de uzaktır.
Alevileri Bekleyen Gelecek ve Sonuç
Anadolu’da yaşayan ve kendisini Hz. Ali’den yana sayan kişiler, temel kaynaklardan beslenemedikleri, uzaklaştırıldıkları için, mevcut sistemlerin ve ideolojik akımların otorite ve taaruzları karşısında kimliklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Elbetteki bu duruma hemen gelinmemiştir. Günümüzde en yoğun olarak solcu, Bektaşi, Diyanet ve İlahiyat grupları, kendisini Alevi olarak kabul eden kitlelerin yönünü Oniki İmamların yaşadıkları bölgelerden uzaklaştırmak için çaba harcamaktadır. Temel kaynaklarından koparılan bu kitleler, sonuçta Bektaşileştirilmeye, Sünnileştirilmeye, sosyalistleştirilmeye, kapitalistleştirilmeye, Kemalistleştirilerek sistemin tüm ilkelerini gözü kapalı savunmaya doğru yönlendirilmek istenmektedir. Günümüzdeki süreç, bu süreçtir. Bugün baktığımızda çok yoğun olarak bir kimlik bunalımının yaşadığını görmekteyiz. Elbette bunun sadece Alevi kitlede olduğunu söylemiyoruz; ancak Alevi kitle üzerine daha yoğun gelinmektedir.
Günümüzde kişilerin kendisini hem Alevi hemde Sünni olarak ifade edebildiklerini; hem Alevi hem de Bektaşi olarak tanımlayabildiklerini; hem Alevi hem de solcu olarak nitelediklerini görebiliyoruz ki, bu duruma dikkat çekmek gerekir. Eğer bir kişi, Kur’an’ı, Hz. Ali’yi, Oniki İmamları tanıyarak, bilerek kendisini yetiştirmiş ve bunların ilkelerini de yaşam pratiğine geçirmişse, bu kişi artık solcu, sağcı, Bektaşi, Sünni, faşist, kapitalist, sosyalist ya da Kemalist olamaz. Alevi olan bir şahsın, artık Türklük, Kürtlük türünden milliyetçi yaklaşımları ve sorunları da olamaz.
Alevilik evrensel bir iddiadır, evrensel bir hülyadır, evrensel bir çözümlemedir. Oniki İmam fikirlerini kabul eden herkes, Alevidir. Bu nedenle milliyetçi ve ırkçı tezlerle ya da kan bağlarıyla insanı ve toplumu değerlendiren ölçüler, Aleviliği açıklayamaz. Bu nedenle Aleviliği ana, baba ya da belli bir bölge ve yere bağlayarak tesbit etmek, Hz. Ali’nin ilkelerini hiç bilmemek demektir.
İşte günümüzde Alevilik anlaşılma ve ayrışma sürecini birlikte yaşamaktadır. Kur’an ve Ehli Beyt ilkeleri doğrultusunda hareket eden ve bunu yaşamının her safhasında yaşatan insanlar, kurtuluşa erecek diğerleri bu yoldan uzaklaşacaktır.
Aslında Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, Ehli Beyt ile ilgili birçok ayet görülecektir. Kur’an’da üçyüzü aşan sayıdaki ayette Ehli Beyt’ten ve onların başından geçen olaylardan bahsedilmektedir.
Kısaca söylemek istediğimiz, Ali’ye uyanlar Alevidir. Alevilik İslamiyetin özüdür. İslamiyeti, Kur’an ve Ehli Beyt çerçevesinde anlayıp yaşayanlar Oniki İmamlardan ve dostlarından öğrenenler ve kainat ile kendisinin kainattaki yerini Oniki İmamlara göre açıklayanlar Alevidir.
ALEVİLERİN GÜNÜMÜZ PRATİĞİNDEKİ TEMEL ÇELİŞKİSİ
Günümüz Aleviliğinin TEMEL ÇELİŞKİSİ, Cami-Cemevi arasında yapılacak tercih yada seçimle çözülecektir. Yapılacak bu tercih yada seçim Anadolu’da yaşayan ve kendisini Alevi kabul eden, Oniki İmamları seven ancak BİLGİSİZ bırakılmış, MAZLUM bir toplumun GELECEKTEKİ YERİNİ belirleyecektir.
Önemle tekrar söylemek zorundayız. Eğer yapacağımız tercih yada seçim sadece bizi ilgilendirseydi yada sadece bu DÜNYA’YA ilişkin olan bir tercih olsaydı, bu konuya bu kadar önem vermeyebilirdik. ANCAK Alevi halkının bu tercihi bütün GELECEKTEKİ NESİLLERİ etkileyecektir. Bu tercih bizim MAHŞERDEKİ DURUMUMUZU etkileyecektir.Allah korusun sırf bizim yanlışımızdan dolayı gelecek nesillerinde helak olmasına sebep olabiliriz, GELECEKTEKİLERİNDE VEBALİNİ yüklenmek zorunda kalabiliriz. Allah korusun AHİRET ALEMİNDE, Oniki İmamların karşısında REZİL olabiliriz. Bu nedenle burada yapacağımız seçim ÇOK ÖNEMLİDİR. Bu yüzden de bu konuya daha çok önem veriyoruz. Her iki olgununda beraberinde getireceği temel bazı unsurları sıralayarak MAZLUM ALEVİ halkının gelecekte nereye götürülmek istendiğini göz önüne sermek istiyoruz. Düşünürken ya da tercih yaparken PARÇALARI DEĞİL, BÜTÜNÜ GÖRMEK GEREKİYOR. Görmek isteyenlerin, kalbi temiz olanların kolaylıkla göreceğine inanıyoruz.Göremeyenler için ise Allah’tan hidayet diliyoruz. Gerçeği bile bile saptıranlara ise Allah’tan KAHIR ve BELA diliyoruz.
CAMİ CEMEVİ
İmam (Hoca) olacaktır.......................................................Baba, Dede olacaktır.
Müezzin olacaktır..............................................................Halk ozanı olacaktır.
Ezan okunacaktır. (Aliyyen Veliyyullah)...............................Saz Çalınacaktır.
Namaz kılınacak................................................................Semah dönülecek.
Kıbleye dönülecek. ...........................................................Post sahibine dönülecek.
Kur’an dinlenecek..............................................................Masallar dinlenecek.
Helal, Haram, Müstehab, Mekruh öğretilecek.......................Laiklik, Solculuk, Çağdaşlık vs.öğretilecek.
Akıl, Vahiyle beslenecek....................................................Akıl Şeytan’dan beslenecek.
İslami Cemaat oluşacak.....................................................Arabesk yapı oluşacak.
İzzetli siyasi tavırlar............................................................Kurulu düzene uşaklık.
Oniki İmam konuşulacak....................................................Hacı Bektaş, Abdal Musa, Balım Sultan konuşulacak.
Caferi (Oniki İmam) Mezhebi uygulanacak............................Bektaşi tarikat kuralları uygulanacak.
Oniki İmam Külltürü (İslamın özü) yaşatılacak ......................Şaman kültürü yaşatılacak.
Aleviler Alevileşecek...........................................................Aleviler Bektaşileşecek.
Alevi-Sünni kardeşliği pekişecek..........................................Alevi-Sünni zıtlaşması pekişecek.
Aleviler kendi kaderlerini kendileri tayin edecek.....................Alevileri başkaları yönlendirecek.
Aleviler bağımsız kimliklerini kazanacak...............................Aleviler kimliksiz kalacak.
Alevilik, İzzet ve Şeref getirecek...........................................Kimliksizlik zillet getirecek.
Ehl-i Beyt’e yüzakı olunacak...............................................Ehl-i Beyt’e yüzkarası olunacak.
Mahşer günü alnı açık, başı dik...........................................Mahşerde yüzü kara, boynu bükük.
İslami Merkez....................................................................Materyalist olacak.
Onurlu bir Ümmet...............................................................İlkesiz bir Millet.
Allah (cc) Rızası.................................................................Halkın Razılığı.
Gerçek Sevgi, Gerçek Aşk...............................................Sahte sevgi, sözde sevgi.
Hüseyinler yetişecek..........................................................Yezidler yetişecek.
GELECEĞİMİZ HÜSEYİNLEŞECEK....................................GELECEĞİMİZ YEZİDLEŞECEK.
Tercihinizi Yapın, İZZET Mİ ? ZİLLET Mİ ?
ALEVİLİK BAŞKADIR, BEKTAŞİLİK BAŞKADIR, KARIŞTIRMAYIN
Bektaşilik tarihi bir süreçtir, teori ve pratikleri yer ve zamana göre değişerek günümüze gelmiştir. İslamiyetle zıtlaşması olduğu gibi kendi içerisinde de birçok çelişkileri vardır. Birçok konuda kabul ve inkar içiçe girmiştir. Alevilikle bektaşiliğin başka başka şeyler olduğunu ortaya koyarken temel olarak günümüz bektaşilerini öne alıyoruz ve bu çerçevede bektaşiliğin tarihi genellemesini mukayeseli olarak yapıyoruz.
Dün geçmiştir, geleceği ise bilemiyoruz. Bugünü değerlendirerek günümüzü kurtarmaya ve geleceğide temizlemeye çalışıyoruz.
ALEVİLER, Allah’ı Oniki İmamların anlattığı gibi tanırlar ve inanırlar.
BEKTAŞİLER, Allah anlayışları çarpıktır, çelişkilidir, batıl inançların etkisi altındadır. İnsanda tecelli konusunda Allah’ın ZATİ ile SIFATİ yönlerini hep karıştırırlar. Vahdeti Vücuda inanırlar.
ALEVİLER, Allah’tan korkarlar, O’nu severler, Ümit ile Korku arasında beklerler.
BEKTAŞİLER, Allah’tan korkulması gerektiğine inanmazlar, korkmazlar. Seviyoruz diyede sahtekarlık yaparlar çünkü Allah’ın emirlerini uygulamazlar.
ALEVİLERİN, Temel hedefleri Allah’ın Rızasını kazanmaktır. Allah için yerler, Allah için İbadet ederler, Allah için sabrederler, Allah rızası için cihad ederler, yaşarlar ve ölürler.
BEKTAŞİLERİN, Bu tür sorinları yoktur, pragmatik ve faydacıdırlar.
ALEVİLER, Nefsi Cihad yaparlar, Allah’ın KULU olduklarını hiç unutmazlar, Allah’a teşekkür boçları olduğunu hep hatırlarlar, Şükretmek ve teşekkür etmek içinde ibadet ederler.
BEKTAŞİLER, Nefislerine uyarlar, Allah’a karşı özgürlükcüdürler, Kul hakkını ön plana çıkararak Allah ile Kul ilişkisini daha açıkcası ibadeti inkar etmeyi, yok etmeyi amaçlarlar.
ALEVİLER, Peygamberimize Cebrail vasıtasıyla VAHİY geldiğine ve Masum (Günahsız) olduğuna inanırlar.
BEKTAŞİLER, Her fırsatta peygamberimizin AKILLI olduğunu söyleyerek çaktırmadan vahyi inkar ettirmeye çalışırlar, Peygamberin masumiyetine inanmazlar, istedikleri gibi ve her fırsatda peygamberimizi eleştirirlir.
ALEVİLER, Kur’an’a inanır ve teslim olurlar, uymaya çalışırlar.
BEKTAŞİLER, Kur’an’ın eksik olduğunu, el katıldığını söylerler. İşlerine geldiği gibi Kur’an’dan örnekler verirler, beğenmedikleri hükümleri inkar ederler.
ALEVİLER, Helal, haram, mekruh, müstehab ve mübahlara göre yaşamlarını düzenlerler.
BEKTAŞİLER, Bu tip sorunları yoktur, Keyfi ve akılcı davranırlar, El, Bel, Dil masalıyla ve soyut ilkelerle herşeyi geçiştirirler.
ALEVİLER, İnançlarını İslam Şeriatı yada Oniki İmam Şeriatı sözüyle ifade ederler.
BEKTAŞİLER, Emevi, Abbasi, Osmanlı şeriatının çelişkilerini göstererek her türlü şeriatı inkar ederler. Allah’ın, Peygamberin ve Oniki İmamların şeriatınıda dolayısıyla inkar etmiş olurlar.
ALEVİLER, Allah’ın Adil olduğuna, adaletli olduğuna inanırlar.
BEKTAŞİLER, Allah’ın adaletine inanmazlar, sürekli eleştirirler, şikayet ederler, sızlanırlar. Bu konuda bolca fıkra uydurarak alay ederler.
ALEVİLER, Melek, Şeytan, Cin gibi gabi varlıkların varlığına inanırlar.
BEKTAŞİLER, Bu tür konularda nesnel gerçekcidirler, materyalist davranırlar inanmazlar.
ALEVİLER, Oniki İmamların imametine inanırlar ve bilgilerini onlardan alırlar. Peygamberimize onlar vasıtasıyla ulaşmaya çalışırlar.
BEKTAŞİLER, Oniki İmamları sevdiklerini söylerler ama onları tanımazlar, onların bilgilerini bilmezler, onları hep araka planda tutmaya çalışırlar ve ön plana hep başka isimleri geçirirler. Oniki İmamların sözlerine uymazlar, yaptıklarını yapmazlar.
ALEVİLERİN, Anlattıkları her olayın yazılı kaynağı vardır ve bu kaynaklar Arapça ve Farsçadır. Günümüzde de yeni yeni Türkçeye çevrilmektedir.
BEKTAŞİLERİN, Yazılı kaynakları yoktur, kaynakları şifai yani sözlü ve Türkçedir. Sıkışırlarsa kaynaklarının yakıldığını, imha edildiğini söylerler. Anlattıkları pek çok şeyde Kırklar cemi gibi kaynaksız ve uyduruk masallardır. Bunlarla haklı uyutup dururlar.
ALEVİLERİN, Söz ve eylemleri Onik İmamların bilgilerine dayandığı için Aleviler, Oniki imamlara benzemeye çalışırlar.
BEKTAŞİLER, İçerisinde her türlü ilkeye ve insana rastlamak mümkündür. Yezid’e lanet okurlar ama yaptıkları çok şey yezid’in yaptıklarıdır.
ALEVİLERİN, Temel ilkeleri Ehl-i Beyt’in dostuna dost, düşmanına düşman olmak esasına dayanır.
BEKTAŞİLER, Yetmişiki milleti bir gördüklerini söylerler, dostuda düşmanıda seviyoruz derler, Cemevlerinde Ehl-i Beyt’le ilgisi olmayan insanların resimlerinide bulundurabilirler.
ALEVİLER, Caferi mezhebini bilir ve uygularlar. Caferi mezhebine göre yaşamlarını düzenlerler, Abdest alıp, Namaz kılarlar, gusül alırlar, ezan okurlar, nikah kıyarlar. Şekle ve Öze birlikte önem verirler.
BEKTAŞİLER, Caferi olduklarını söylerler ama hükümlerini bilmedikleri gibi şeklide inkar ederelr, Batını öne çıkarırlar. Buyruk dedikleri kitabları uyduruktur. İslami şekli hükümleri inkar ederler ama bektaşi erkanlarındaki tüm uyduruk şekilleride uygulamaktan utanmazlar.
ALEVİLERİN, Hocaları, Alimleri, Seyyidleri, Müezzinleri, Cemaatleri vardır.
BEKTAŞİLERİN, Dedeleri, Babaları, Anaları, Halk ozanları, Talibleri vardır.
ALEVİLER, Cami yada Mescid yaparlar, Oniki İmamların Mezhebine göre İslami İbadetleriyle meşgul olurlar.
BEKTAŞİLER, Cemevii yaparlar, sazla, sözle, semahla, yeme içmeyle, masallarla ibadet yaptıklarını söylerler.
ALEVİLER, Takiyye dışında hiçbir şekilde inançlarından taviz vermezler.
BEKTAŞİLER, Biraz sıkışınca tavize başlarlar, Hem dede, hem hoca olsun, hem cami, hem cemevi olsun diyecek kadarda utanmazlar.
ALEVİLERİN, Temel bilgileri yada kaynakları Kur’an ve Ehl-i Beyt İmamlarına dayanır.
BEKTAŞİLER, İse inançları içerisinde Tasavvufi, Batıni, Melami, Hurufi, Kalenderi, Ahi, Şamanist, Hristiyan, Yahudi, Haydari ve çeşitli kültür ve inançları barındırır.
ALEVİLERİN, Siyasi tavırları ve yaşamları İzzetli ve Şereflidir.
BEKTAŞİLER, İse her kurulu düzenin köleliğini yaparlar. Her iktidara hizmet ederler, Kul köle olurlar, ilkelerini savunurlar. En çok Osmanlı’dan nefret ettiklerini söylerler ama bununla en çok Osmanlı’ya hizmet ettiklerini gizlemeye, saklamaya çalışırlar.
ALEVİLERİN, İçki içmezler, haram olduğunu bilirler ve içkinin olduğu yerde durmazlar.
BEKTAŞİLER, İçkiyi meşru bir içecek olarak kabul ederler, fazla sıkışırlarsa SIR dersen içebilirsin derler, bu DOLU’dur derler yada CEM’lerde içilmez derler.
ALEVİLER, Beş vakit namazı Caferi mezhebine göre birleştirerek üç vakitde kılarlar. Namaz bir Alevi için herşeydir, Hayatın en önemli gayesidir. OLMAZSA OLMAZ koşuludur.
BEKTAŞİLER, İlk aşamada namazı inkar ederler ama sıkışırlarsa HALKA NAMAZI yada GECE NAMAZI yada NİYAZ vardır derler.
ALEVİLER, Ramazan ayı orucunun farz olduğuna inanırlar ve bu ayda oruç tutarlar.
BEKTAŞİLER, Ramazan ayı orucununu inkar ederler, Muharrem orucunu bunun yerine koyarlar, Farz ile sevabı birbirine karıştırırlar.
ALEVİLERDEN, Durumları iyi olanlar farz olduğu için Hacc’a giderler.
BEKTAŞİLER, Hacc’ı inkar ederler, Ölüye değil diriye gideriz derler, Hacı Bektaş kasabasını ziyareti Hacc yerine koyarlar.
ALEVİLERİN, Ondört Masumun, Peygamberimiz(sav), Kızı Hz.Fatma(as) ve Oniki İmamlar(as) olduğunu bilirler ve söylerler.
BEKTAŞİLER, İse masumiyeti inkaretmek için Ondört masumun kerbela’da öldürülen çocuklar olduğunu söylerler.
ALEVİLER, Ahiret gününe, ceza gününe, kıyamete, cennet ve cehenneme inanırlar.
BEKTAŞİLER, Cennet ve Cehennemin bu dünyada olduğunu sık sık söyleyerek çaktırmadan ahireti inkar ederler. Ahiret gününü anlatan hiçbir anlatımları yoktur.
ALEVİLER, Aleviliğin islamiyetin ÖZÜ olduğunu bilirler. BEKTAŞİLER ise KÜLTÜR SENTEZİ olduklarını bilirler, İslam dışıdırlar. Ne kadar Alevi ne kadar Bektaşi olduğunuza siz karar verin.
Alevi mi, Bektaşi mi olacağınıza siz KARAR VERİN.
İzzeti mi, Zilleti mi seçeceksiniz siz KARAR VERİN.
Oniki İmam dostu mu, Yezid’in dostu mu olacaksınız siz KARAR VERİN.
Yüce Allah yardımcımız, Ehl-i Beyt Şefaatcimiz, İmamı Zaman Mehdi önderimiz olsun.
Günümüzdeki Durum
Alevilik, konusu, son yılların önemli bir gündem maddesidir. Alevilik konusunda günümüzde çok yoğun teorik ve dolayısıyla da pratik bir süreç yaşanmakta; ilgili, ilgisiz, bilgili bilgisiz herkes herşeyi söylemekte ve konu her yöne her şekilde çekilebilmektedir. Sonuçta bu konu, bir kavram kargaşası ya da çözümlenemeyen bir sorun olarak düğümlenmiş bulunmaktadır. Şüphesiz, bu duruma gelinmesinde, kendisini ”Alevi olarak kabul eden yoğun halk kitlelerinin” bulunmasının önemli bir rolü vardır. Bu sayısal çoğunluk, siyasal süreçte kitlelere yön vermek isteyen kişi ya da grupların iştahını kabartmakta, dolayısıyla herkes olayın bir yönünden çekiştirerek Alevi kitleyi yönlendirmek istemektedir. İşte bu nedenle günümüzde Alevilik konusu etrafında, bir yığın teorik ve pratik tartışma süreci başlamıştır. Alevilik sorunu, öyle veya böyle bir şekilde ve uzunca bir süreçte belli bir zemine ya da birkaç zemine oturacaktır. Toplumsal değişimler, süreç olarak uzun yıllara yayılmıştır. Alevilik süreci de uzun teorik değerlendirme ya da çatışmalardan sonra kendi asli zeminine oturacaktır.
Sorunun Tesbiti
Alevilik sorununun çözümü, temel olarak bu sorunun nereden kaynaklandığının tesbitiyle ilgilidir. Sorunun nereden kaynaklandığını tesbit edebilirsek, çözüm de bu ölçüde basitleşecektir. Bu noktada, herşeyden önce söylemeliyiz ki, bu konu kişilerin kendi duygu ve düşüncelerine göre açıklama yapmak istemelerinden dolayı günümüzdeki noktaya, tabiri caizse, kördüğüm noktasına gelmiştir. Bu nedenle, sağlam bir ölçü ya da kaynaktan hareket edilemez ise, veya farklı kaynak ya da tesbitlerden yola çıkarak konuya yaklaşımlar olursa, Aleviliğin bu ölçüde farklı açılımları olacağı muhakkaktır. Bu nedenle ”bana”, ”bize” ya da ”Anadolu’ya göre Alevilik” şeklinde yapılacak olan tüm açıklama ve açılımlar, eninde sonunda birbirleriyle çatışacak çelişecektir. Daha açıkca söylemek gerekirse ”Anadolu’da yaşanan şeye”, ”solcuya”, ”sağcıya”, ”Sünniye”, ”kendisini Alevi kabul edenlere”, ”kültüre” göre Alevilik şeklindeki yaklaşımlar veya temel tesbitlere göre Alevilik tanımlarına girilecek olunursa, Alevilik konusu, tıpkı günümüzdeki süreç gibi içinden çıkılamaz bir hale gelecektir.
Çıkış Yolunun Tesbiti
Tüm bu açmazlardan ya da çelişkilerden kurtulmak için çok sağlam bir tesbit yapmak, çıkış noktası bulmak zorundayız. Öyle bir çıkış noktası bulmalıyız ki, sorunun çözümü de o çıkış noktasının kavranabilmesinde saklı olsun. İşte bu noktada karşımıza kavramın ifade ettiği, işaret ettiği bir şahıs çıkmaktadır. Bu şahıs Hz. Ali’dir. Alevilik konusunu, kim nereye çekerse çeksin eninde sonunda da kavram Hz. Ali’nin şahsına veya fikrine bir ölçüde dayandırılmaktadır. Zaten Alevilik kavramı da nitelik açısından ilk aşamada Hz. Ali’yi sevmeyi, yolundan gitmeyi, ona bağlanmayı, ona hak vermeyi ifade edecek anlamları taşımaktadır. Alevilik, herşeyden önce, Hz. Ali ile ilgili bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde çıkış noktası hiç şüphesiz ve tereddütsüz Hz. Ali olmalıdır. Hz. Ali’yi çıkış noktası olarak almayan bir açıklamanın konusu, zaten Alevilik olamaz.
O halde, neyin Alevilikle ilgili olup olmadığının tesbiti sorununun çözümü, Hz. Ali’nin kim olduğu ve neyi niçin savunduğuyla ilgili sorulara verilecek cevaba bağlı olacaktır. Hz. Ali’yi dışlayarak, yok sayarak yapılacak açıklamalar doğal olarak Alevilikle ilgili olmayan açıklamalar olacaktır. Yani Hz. Ali, sadece bir sembol olmayıp, Alevilik konusunun düğüm noktasıdır. Alevilik konusu ya Hz. Ali’nin görüş ve ilkelerine uygun bir zemine oturacak ya da savunulan fikirlere Alevilik dışında bir isim bulunacaktır. Yani savunulan ve açıklanan fikir solculuksa solculuk, sağcılıksa sağcılık, Sünnilikse Sünnilik olarak isimlendirilmelidir. Hz. Ali’nin fikirleri anlaşıldığında söylemek istediğimiz ifade kendiliğinden açığa çıkacaktır. Hz. Ali kimdir? Fikirleri Nedir? Eğer bu iki soruya sağlıklı cevaplar verebilirsek hem Alevilik sorunu belli bir zemine oturacak hem de çelişkiler çözümlenecektir.
Konuya Giriş
Hz. Ali, İslam Peygamberi ya da son peygamber olan Hz. Muhammed’in (sav) amcasının oğlu, damadı ve peygamberin kendi ifadesiyle ”velisi ve vasisi”dir. İslam peygamberinin babası Abdullah ile Hz. Ali’nin babası Ebu Talip kardeştir. Hz. Ebu Talib’in geçim sıkıntısını hafifletmek için Hz. Peygamber daha çocuk yaşlarındayken Hz. Ali’yi yanına almış, onun bakım ve yetiştirilmesini üstlenmişti. Hz. Ali de bütün yaşamı boyunca peygambere yardım etmiş ve onun ilkelerini, herkesten önce kabul etmiş; hayatı boyunca gözünü kırpmadan savunmuştu. Nitekim Hz. Peygamber, kızı Hz. Fatıma’yı Allah’ın emriyle Hz. Ali ile evlendirmiş ve peygamberin zürriyeti bu evlilikten doğan çocuklarla devam etmiştir.
Doğru kaynaklarda, Hz. Ali ile ilgili yüzlerce hadis bulunmaktadır ki, birkaçını buraya alıyoruz:
-“Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır. Kim o şehre girmek isterse, kapıya müracat etsin.”
-“Ey Ali, sen ve senin Şia’n (taraftarın) kurtuluşa erenlerdir.”
-“Ey Ali, benden sonra ümmetimin ihtilaf ettikleri şeyleri sen açıklayacaksın.”
-“Ali benden ve ben Ali’denim. Benim adıma kendim ve Ali’den başkası konuşamaz.”
-“Allah’ım, Ali’yi seveni sev, O’na düşman olana düşman ol.”
-“Ben kimin mevlasıysam, Ali onun mevlasıdır.”
İşte İslam peygamberinin bu kadar değer verdiği bir şahsın dostları, binlerce yıldır kendilerini tüm baskılara rağmen ”Alevi” olarak tanımlar. Ancak bu kavram yer ve bölgelere göre değişik ifadelerle de anılır, kullanılır. Arap ve Fars kaynaklarında Hz. Ali dostluğunu ya da taraftarlığını ifade etmek için ”Şii” veya ”Şia” kavramları kullanılır. Yani kelime anlamıyla önceliği ifade eder. Yine aynı ekolü ya da çizgiyi ifade eden ”Oniki İmamcılık”, ”Caferilik” kelimeleri de bu anlamda kullanılır. Yani Hz. Ali’ye özel bir önem veren Müslümanlar, kendilerini ve çizgilerini diğer Müslümanlardan ayırmak için Alevilik, Şiilik, Şialık, Caferilik, Oniki İmamcılık, Ehli Beytçilik, Kızılbaşlık gibi terimleri kullanmışlardır. Kimi ülkelerde bunların bir veya birkaçı birlikte kullanılırken, kimi ülkelerde de aynı anlama gelen diğer kavram kullanılmıştır. Türkiye’de ve Anadolu’da ”Alevilik” kavramı ağırlıklı olarak kullanılmaktadır. Ancak bu kavramlarla ifade edilen teori ve pratiğe baktığımızda, özellikle Anadolu ile Orta Doğu ülkelerindeki teori ve pratiklerin birbirlerini tutmadığı görülür. Oysa Hz. Ali ve kısaca ”Oniki İmamlar” diye tabir ettiğimiz peygamberin zürriyesi olan şahısların yaşantılarında, birbirini tutmayan çelişkili fikirler yoktur.
O halde, buradan da anlaşılacağı üzere, Hz. Ali dostluğu, hayat pratiğine yansırken, bazı uygulama ve teoriler, sanki Hz. Ali’nin fikriymiş gibi topluma sunulmuş ve bu fikirler de zamanla kökleşmiş ve farklılaşmıştır. Bu fikirler yıllarca, Hz. Ali adına yaşatıldığı için, günümüzdeki süreçte sanki Hz.Ali’nin fikriymiş gibi toplum belleğine yerleşmiştir. Yani Hz. Ali’nin ilkelerinden ve ondan günümüze gelen, direkt ve bozulmadan gelen kaynaklardan uzaklaşıldıkça, çizgiden sapmalar olmuştur. Bu durumda, Alevilikle ilgili olarak sağlam ve temel kaynakların belirlenmesi zaruridir. Bu da pek doğal olarak Hz. Peygamberin sözleriyle açıklanmıştır. İslam peygamberi tüm insanları Hakk’a davet ederken belli zaman fasıllarıyla şöyle demiştir:
-“Ehli Beyt’im, Nuh’un gemisi gibidir. Binenler kurtulur, binmeyen helak olur.”
-“Fatıma benim vücudumun bir parçasıdır, her kim onu gazaplandırırsa beni gazaplandırmış olur.”
-“Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.”
-“Oniki halife var olduğu sürece, İslam aziz olacaktır.”
-“Halifem oniki tanedir ve hepsi Kureyştendir.”
-“Bu din, Oniki İmam var olduğu sürece aziz ve ayakta duracaktır.”
-“Benden sonra, Oniki Emir olacaktır.”
-“Sizlere Ehli Beyt’im hakkında Allah’ı hatırlatırım.”
-“Yakında ümmetim yetmiş iki fırkaya bölünecek, onların içinden bir grup hariç hepsi helak olacaktır.”
-“Ya Ali, sen ve senin Şia’ların kurtulacaktır.”
Yine İslam tarihinde ”Gadiri Humm” denilen bir olay vardır. Bu olay, ”veda haccı” veya ”veda hutbesi” olarak da bilinir. Hz. Peygamber son hac dönüşünde
-“Ben sizlere iki paha biçilmez emanet bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı Kur’an, diğeri de Ehli Beyt’imdir. Kim bu iki emanete birlikte sarılırsa o kurtulacaktır”
demiştir. Hz. Peygamber ilk zamandan son zamanlarına dek, hep sürekli olarak Hz. Ali’yi, Ehli Beyt’i, Oniki İmamları övmüş ve bunların Kur’an’la birlikte en temel kaynak olduğunu tüm insanlığa bildirmiştir.
Ancak ne yazık ki, mazlum ve cahil halk kitleleri bu gerçeklerden, bu insanların ilkelerinden uzak bırakılmıştır. Günümüzde de bu süreç halen devam etmektedir. İslamiyet, Hz. Ali’nin ve Oniki İmamların dışında öğretilmeye ve öğrenilmeye çalışılmaktadır. Bunlardan anlaşılacağı üzere son peygamber olan Hz. Muhammed tüm peygamberlerin hedeflerinin nihai, odak noktasıdır. Hz. Adem’in, Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in dini İslamiyetin içerisinde vücud bulmuş, yaşam bulmuştur. Hz. Ali’de işte bu İslam peygamberinin velisi ve vasisi olduğundan dolayı, Hz. Adem’den bu yana yaşamış olan tüm peygamberlerin ilke ve fikirleri Hz. Ali ve Oniki İmamların çizgisinde yaşatılmaktadır. Bu anlamda Aleviliğin genel anlamda Hz. Adem’den bu yana, özel anlamda da Hz. Ali’den bu yana yaşadığını söyleyebiliriz. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus, bu çizginin ”vahiy” kaynaklı olup, kültürel olmadığının anlaşılmasıdır. Söylemek istediğimiz şey, tüm dinlerin ortak yanı olan Allah, peygamber, ahiret fikrini en iyi bilen, açıklayan, tanımlayan şahıs, özel anlamda Hz. Ali’dir.
Aleviliğin Kazandırdığı Değer
İnsanı ve toplumu ilgilendiren tüm sorunların açıklanması, çözümü ya da ipuçları Hz. Ali ve Oniki İmamların ilkelerindedir. Allah fikri, dolayısıyla da peygamberlik fikri ve bunlara bağlı olarak da Oniki İmamların fikirleri temel anlamda kainatı açıklamak iddiasındadır. Alevilik, bu anlamda evrensel bir iddiadır. İnsanın, toplumun ve kainatın yorumunu yapacak bir iddiadır. Alevi bakışı, sorunlara açıklık ve çözüm getirir; dolayısıyla da insanı ilgilendiren her konuya duyarlıdır; toplumu ve kainatı ilgilendiren her sorunu, bilinmezi irdeler cevap arar, cevap verir. Alevi bakışı, insanın doğumundan ölümüne dek ve ondan sonrasını da açıklamak, göstermek, hissettirmek iddiasındadır. Alevi bakışının konusu, sadece nesnel gerçeklikler olmayıp nesnel olmayanla da ilgilidir. Oniki İmamların taşıdıkları değer ve ilkeler, yaşanmış ve yaşanacak olan bütün çelişkileri çözmek iddiasındadır. Alevilikte ka-yıtsızlık, çözümsüzlük, çaresizlik ve şaşkınlığa yer yoktur; çünkü Alevilik ilahi te-melli bir fikirdir ve Allah’ın iradesinde çözümsüzlük yoktur.
Alevilik ilkelerini kabul ederek, Alevi bakışıyla evrene bakan kişi, artık bir he-defe yönelmiş demektir. Alevilik bu anlamda, herşeyden önce Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik temel hedefe yönelmek anlamına da gelir. Kişi, kendisini ve kainatı lütfuyla yaratan Allah’ın yüceliğine istinaden, O’nun iradesine uygun olarak ruhunu ve bedenini yönlendirirse ya da başka bir deyimle Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanabilirse; güzel ahlâk sahibi olabilmek için, Allah’ın buyurduğu gibi veya O’nun buyruğuna uygun olarak yaşamını ”helal, haram, mekruh, müstehab, mübah” gibi fıkhi hükümlerle bu hükümlerin felsefesini bilerek ve anlayarak yönlendirebilirse, böylece yüce yaratıcıya lütuflarından dolayı teşekkür etmeye çalışmış olacaktır. İslami deyimle ”kulluk” görevini yapacaktır. Şüphesiz, bu tür yönelişler, Allah’ın ihtiyacıyla ilgili olmayıp, kişinin bizzat kendi değerinin Allah katında yücelmesiyle ilgilidir. Biz Allah’ı her türlü eksik ve noksan sıfatlardan tenzih ederek biliriz. Eksiği ve noksanı olan Allah değildir. Bu şekildeki fıkhi ve irfani yöneliş sonucunda kişi, kendisiyle, kainat arasındaki ilişkiyi çözecek ve kendi varlığının sebebi hikmetini bulacak ve görecektir. Kişinin bu yönelişi sırasında değer yargıları ve hayata bakışı değişecek, güzelleşecek ve kişi hayatın gerçek esprisini yakalayacaktır. Artık kişi, nereden gelip nereye doğru gittiğini ve sonuçta ne olacağını bilecektir. ”Nefsi cihad” da denilen bu süreç sonunda, kişide değerler devrimi olacak, kişinin gözünde bazı devler cüceleşecektir. Nihai aşamada, artık kişi akılla birlikte ulaşabileceği ”aşk” ya da ”tutku” sınırlarına ulaşacak ve Allah’ın lütfunu yani bağışlamasını ümitle bekleyecektir. Kişinin artık tek endişesi Yüce Allah’ın kendisinden bu lütfu esirgemesi korkusu olacaktır ve bu kişi, ümit ve korku arasında, belli bir günü bekleyecektir. Bu tür kişilerin çoğalması durumunda da ”her toplum layık olduğu çerçevede yönetilir” ilkesi gereğince, toplumun üst yapısında buna uygun değişimler olacaktır. Zaten dünyayı adaletle dolduracak önder olan Oniki İmam ve pratiği, temel kaynakları olmazsa olmazları vardır. Bunlar belirlidir ve bu noktalarda kişi, belirli bu ilkeleri, en azından teorik olarak kabullenmek durumundadır. Kişi bu ilkeleri kendi aklıyla, kendi düşünce ve muhakemesiyle bulup, onlara inanıp, teslim olmak durumundadır. Bu, doğmatik bir süreç olmayıp sonsuz bir süreçtir. Tüm bu çerçeveden anlaşılacağı gibi, Allah fikrini Allah’ın adıl olduğunu, Peygamber fikrini, Oniki İmamların imametini ve Ahiret alemini reddeden kişinin ya da kişilerin Alevi olmaları mümkün değildir.
Alevilikte Kaynak Sorunu ya da Sıkıntısı Üzerine Bakış
Alevilik sözkonusu olduğu zaman konuşan, yazan kimselerin mutlaka ve mutlaka Kur’an ve Oniki İmamlardan kaynaklar getirerek söz ve davranışlarını bu sahih kaynaklar çerçevesinde isbatlamak zorunluluğu vardır. Kaynakların da doğal olarak Arapça ve Farsça olması gerekmektedir. Hz. Peygamberin ve Oniki İmamların fikirlerini temel olarak bu Arapça ve Farsça kaynaklardan öğrenmek zorunluluğu vardır. Pek doğaldır ki o günden bugüne kadar gelen kaynakların bazıları, sahih değildir; yani çarpıtılmış kaynaklardır. Hangi kaynağın doğru, hangisinin yanlış olduğu konusunda da Alevi teorisinde Oniki İmamların senet zinciriyle onların dostlarından gelen kaynakların ve tefsirlerin veya hadislerin genel anlamda doğru kabul edileceği tezi vardır. Aleviyi kaynak bakımından Sünniden ayıran temel espride budur. Alevi kişi, İslamı anlama konusunda mutlaka Oniki İmamlara ve onların dostlarına senet zinciriyle dayanan kaynaklara öncelik verir; İslamı anlama ve yaşama konusunda Emevi, Abbasi, Osmanlı ve bunlarla işbirliği yapan kaynaklara güvenmez. Bu nedenle de Alevinin aldığı abdest ya da kıldığı namaz şekliyle Sünninin aldığı abdest ve namaz şekli farklıdır ve bu tip farklılıklar hem fıkıhda ve hem de İslamı anlama noktasında kendisini belli eder. Aleviyi diğer İslami ekollerden ayıran temel ölçü ve yaklaşımlardan birisi de zaten bu bakıştır. Bu noktada birkaç Alevi kaynağından en azından isim olarak bahsetmek gerekiyor. Aleviler, ”dua” konusunda ”Sahifeyi Seccadiye ve Kumeyl duası”; ”tefsir” konusunda ”Mecmail Beyan, Beyanı Hak, El mizan, Tefsirül Numune”; ”fıkıh” konusunda ”Lumeteyn, Usulü fıkıh, Muhtesar, Kifaye, Tevatur”; ”hadis” konusunda ”Usulü Kafi, İstibsar, Menla Yehzuruhul Fakih, Tehsibil Ahkam”; ”kelam” konusunda ”Temhidil usul, Usulü kelam”; ”tarih” konusunda, ”El irşad, Tarihi Tevatur, Gıssası Kur’an, Müntehil Amal” gibi bazı kaynakları öncelikli olarak kullanır. Buna benzer birçok kaynak, Alevi-İslam anlayışında kullanılır. Ancak ne yazık ki Ana-dolu’da yaşayan Alevileri bu kaynaklardan kopardıkları için, onlar Aleviliklerini gerektiği gibi yaşayamamış; çünkü öğrenememiştir.
Başka insanların, toplumların ve ideolojilerin ilkelerinin Alevilik olarak sunulmasını önlemenin en temel yolu Kur’an ve Ehli Beyt çizgisindeki temel kaynaklara yönelmektir. Anadolu’da Alevilik adına cem yapılıp, semahlar dönülür ve dedeler dinlenir. Oysa ki bu uygulamalar, eski Türk ve Kürtlerin Şaman ve Zerdüşt dinlerine ait kültürel uygulamalardır ki, bu uygulamaların ne Kur’an’la ne de Oniki İmamlarla bir ilgileri yoktur.
Yine Anadolu’ya gelmiş ve Müslümanlığı kabul etmiş bazı kitleler eski inanışlarını, İslami çerçeve içerisine sokarak yaşatılmıştır. Bir müddet sonrada bu pratikler, değişik tarikatler tarafından İslam olarak algılanmış, Hz. Ali’ye atfedilmiştir. İşte Anadolu’da Osmanlı tarafından Anadolu’yu Sünnileştirmek ve yabancı unsurları Osmanlı lehine kullanabilmek amacıyla kurmuş oldukları Bektaşilik tarikatı, bunlardan birisidir. Anadolu’da yaşanan tüm kültürel öğelerden içerisinde birer parça bulunan bu tarikat, Hacı Bektaş adına onun ölümünden sonra Osmanlı tarafından örgütlenmiş olmasına rağmen, tıpkı diğer Sünni tarikatlar gibi, kendisini Hz. Ali’ye bağlayarak, bağlıymış gibi göstererek Hz. Ali’ye sempati duyan kitleleri Hz. Ali’nin yolundan ve temel kaynaklarından uzaklaştırmıştır. Bektaşilik nihai anlamda bir kültürel sentez olup, Sünni tasavvufçu Hacı Bektaş’tan da uzaklaşmış durumdadır. Hz. Ali’ye de uzaktır.
Alevileri Bekleyen Gelecek ve Sonuç
Anadolu’da yaşayan ve kendisini Hz. Ali’den yana sayan kişiler, temel kaynaklardan beslenemedikleri, uzaklaştırıldıkları için, mevcut sistemlerin ve ideolojik akımların otorite ve taaruzları karşısında kimliklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Elbetteki bu duruma hemen gelinmemiştir. Günümüzde en yoğun olarak solcu, Bektaşi, Diyanet ve İlahiyat grupları, kendisini Alevi olarak kabul eden kitlelerin yönünü Oniki İmamların yaşadıkları bölgelerden uzaklaştırmak için çaba harcamaktadır. Temel kaynaklarından koparılan bu kitleler, sonuçta Bektaşileştirilmeye, Sünnileştirilmeye, sosyalistleştirilmeye, kapitalistleştirilmeye, Kemalistleştirilerek sistemin tüm ilkelerini gözü kapalı savunmaya doğru yönlendirilmek istenmektedir. Günümüzdeki süreç, bu süreçtir. Bugün baktığımızda çok yoğun olarak bir kimlik bunalımının yaşadığını görmekteyiz. Elbette bunun sadece Alevi kitlede olduğunu söylemiyoruz; ancak Alevi kitle üzerine daha yoğun gelinmektedir.
Günümüzde kişilerin kendisini hem Alevi hemde Sünni olarak ifade edebildiklerini; hem Alevi hem de Bektaşi olarak tanımlayabildiklerini; hem Alevi hem de solcu olarak nitelediklerini görebiliyoruz ki, bu duruma dikkat çekmek gerekir. Eğer bir kişi, Kur’an’ı, Hz. Ali’yi, Oniki İmamları tanıyarak, bilerek kendisini yetiştirmiş ve bunların ilkelerini de yaşam pratiğine geçirmişse, bu kişi artık solcu, sağcı, Bektaşi, Sünni, faşist, kapitalist, sosyalist ya da Kemalist olamaz. Alevi olan bir şahsın, artık Türklük, Kürtlük türünden milliyetçi yaklaşımları ve sorunları da olamaz.
Alevilik evrensel bir iddiadır, evrensel bir hülyadır, evrensel bir çözümlemedir. Oniki İmam fikirlerini kabul eden herkes, Alevidir. Bu nedenle milliyetçi ve ırkçı tezlerle ya da kan bağlarıyla insanı ve toplumu değerlendiren ölçüler, Aleviliği açıklayamaz. Bu nedenle Aleviliği ana, baba ya da belli bir bölge ve yere bağlayarak tesbit etmek, Hz. Ali’nin ilkelerini hiç bilmemek demektir.
İşte günümüzde Alevilik anlaşılma ve ayrışma sürecini birlikte yaşamaktadır. Kur’an ve Ehli Beyt ilkeleri doğrultusunda hareket eden ve bunu yaşamının her safhasında yaşatan insanlar, kurtuluşa erecek diğerleri bu yoldan uzaklaşacaktır.
Aslında Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, Ehli Beyt ile ilgili birçok ayet görülecektir. Kur’an’da üçyüzü aşan sayıdaki ayette Ehli Beyt’ten ve onların başından geçen olaylardan bahsedilmektedir.
Kısaca söylemek istediğimiz, Ali’ye uyanlar Alevidir. Alevilik İslamiyetin özüdür. İslamiyeti, Kur’an ve Ehli Beyt çerçevesinde anlayıp yaşayanlar Oniki İmamlardan ve dostlarından öğrenenler ve kainat ile kendisinin kainattaki yerini Oniki İmamlara göre açıklayanlar Alevidir.
ALEVİLERİN GÜNÜMÜZ PRATİĞİNDEKİ TEMEL ÇELİŞKİSİ
Günümüz Aleviliğinin TEMEL ÇELİŞKİSİ, Cami-Cemevi arasında yapılacak tercih yada seçimle çözülecektir. Yapılacak bu tercih yada seçim Anadolu’da yaşayan ve kendisini Alevi kabul eden, Oniki İmamları seven ancak BİLGİSİZ bırakılmış, MAZLUM bir toplumun GELECEKTEKİ YERİNİ belirleyecektir.
Önemle tekrar söylemek zorundayız. Eğer yapacağımız tercih yada seçim sadece bizi ilgilendirseydi yada sadece bu DÜNYA’YA ilişkin olan bir tercih olsaydı, bu konuya bu kadar önem vermeyebilirdik. ANCAK Alevi halkının bu tercihi bütün GELECEKTEKİ NESİLLERİ etkileyecektir. Bu tercih bizim MAHŞERDEKİ DURUMUMUZU etkileyecektir.Allah korusun sırf bizim yanlışımızdan dolayı gelecek nesillerinde helak olmasına sebep olabiliriz, GELECEKTEKİLERİNDE VEBALİNİ yüklenmek zorunda kalabiliriz. Allah korusun AHİRET ALEMİNDE, Oniki İmamların karşısında REZİL olabiliriz. Bu nedenle burada yapacağımız seçim ÇOK ÖNEMLİDİR. Bu yüzden de bu konuya daha çok önem veriyoruz. Her iki olgununda beraberinde getireceği temel bazı unsurları sıralayarak MAZLUM ALEVİ halkının gelecekte nereye götürülmek istendiğini göz önüne sermek istiyoruz. Düşünürken ya da tercih yaparken PARÇALARI DEĞİL, BÜTÜNÜ GÖRMEK GEREKİYOR. Görmek isteyenlerin, kalbi temiz olanların kolaylıkla göreceğine inanıyoruz.Göremeyenler için ise Allah’tan hidayet diliyoruz. Gerçeği bile bile saptıranlara ise Allah’tan KAHIR ve BELA diliyoruz.
CAMİ CEMEVİ
İmam (Hoca) olacaktır.......................................................Baba, Dede olacaktır.
Müezzin olacaktır..............................................................Halk ozanı olacaktır.
Ezan okunacaktır. (Aliyyen Veliyyullah)...............................Saz Çalınacaktır.
Namaz kılınacak................................................................Semah dönülecek.
Kıbleye dönülecek. ...........................................................Post sahibine dönülecek.
Kur’an dinlenecek..............................................................Masallar dinlenecek.
Helal, Haram, Müstehab, Mekruh öğretilecek.......................Laiklik, Solculuk, Çağdaşlık vs.öğretilecek.
Akıl, Vahiyle beslenecek....................................................Akıl Şeytan’dan beslenecek.
İslami Cemaat oluşacak.....................................................Arabesk yapı oluşacak.
İzzetli siyasi tavırlar............................................................Kurulu düzene uşaklık.
Oniki İmam konuşulacak....................................................Hacı Bektaş, Abdal Musa, Balım Sultan konuşulacak.
Caferi (Oniki İmam) Mezhebi uygulanacak............................Bektaşi tarikat kuralları uygulanacak.
Oniki İmam Külltürü (İslamın özü) yaşatılacak ......................Şaman kültürü yaşatılacak.
Aleviler Alevileşecek...........................................................Aleviler Bektaşileşecek.
Alevi-Sünni kardeşliği pekişecek..........................................Alevi-Sünni zıtlaşması pekişecek.
Aleviler kendi kaderlerini kendileri tayin edecek.....................Alevileri başkaları yönlendirecek.
Aleviler bağımsız kimliklerini kazanacak...............................Aleviler kimliksiz kalacak.
Alevilik, İzzet ve Şeref getirecek...........................................Kimliksizlik zillet getirecek.
Ehl-i Beyt’e yüzakı olunacak...............................................Ehl-i Beyt’e yüzkarası olunacak.
Mahşer günü alnı açık, başı dik...........................................Mahşerde yüzü kara, boynu bükük.
İslami Merkez....................................................................Materyalist olacak.
Onurlu bir Ümmet...............................................................İlkesiz bir Millet.
Allah (cc) Rızası.................................................................Halkın Razılığı.
Gerçek Sevgi, Gerçek Aşk...............................................Sahte sevgi, sözde sevgi.
Hüseyinler yetişecek..........................................................Yezidler yetişecek.
GELECEĞİMİZ HÜSEYİNLEŞECEK....................................GELECEĞİMİZ YEZİDLEŞECEK.
Tercihinizi Yapın, İZZET Mİ ? ZİLLET Mİ ?
ALEVİLİK BAŞKADIR, BEKTAŞİLİK BAŞKADIR, KARIŞTIRMAYIN
Bektaşilik tarihi bir süreçtir, teori ve pratikleri yer ve zamana göre değişerek günümüze gelmiştir. İslamiyetle zıtlaşması olduğu gibi kendi içerisinde de birçok çelişkileri vardır. Birçok konuda kabul ve inkar içiçe girmiştir. Alevilikle bektaşiliğin başka başka şeyler olduğunu ortaya koyarken temel olarak günümüz bektaşilerini öne alıyoruz ve bu çerçevede bektaşiliğin tarihi genellemesini mukayeseli olarak yapıyoruz.
Dün geçmiştir, geleceği ise bilemiyoruz. Bugünü değerlendirerek günümüzü kurtarmaya ve geleceğide temizlemeye çalışıyoruz.
ALEVİLER, Allah’ı Oniki İmamların anlattığı gibi tanırlar ve inanırlar.
BEKTAŞİLER, Allah anlayışları çarpıktır, çelişkilidir, batıl inançların etkisi altındadır. İnsanda tecelli konusunda Allah’ın ZATİ ile SIFATİ yönlerini hep karıştırırlar. Vahdeti Vücuda inanırlar.
ALEVİLER, Allah’tan korkarlar, O’nu severler, Ümit ile Korku arasında beklerler.
BEKTAŞİLER, Allah’tan korkulması gerektiğine inanmazlar, korkmazlar. Seviyoruz diyede sahtekarlık yaparlar çünkü Allah’ın emirlerini uygulamazlar.
ALEVİLERİN, Temel hedefleri Allah’ın Rızasını kazanmaktır. Allah için yerler, Allah için İbadet ederler, Allah için sabrederler, Allah rızası için cihad ederler, yaşarlar ve ölürler.
BEKTAŞİLERİN, Bu tür sorinları yoktur, pragmatik ve faydacıdırlar.
ALEVİLER, Nefsi Cihad yaparlar, Allah’ın KULU olduklarını hiç unutmazlar, Allah’a teşekkür boçları olduğunu hep hatırlarlar, Şükretmek ve teşekkür etmek içinde ibadet ederler.
BEKTAŞİLER, Nefislerine uyarlar, Allah’a karşı özgürlükcüdürler, Kul hakkını ön plana çıkararak Allah ile Kul ilişkisini daha açıkcası ibadeti inkar etmeyi, yok etmeyi amaçlarlar.
ALEVİLER, Peygamberimize Cebrail vasıtasıyla VAHİY geldiğine ve Masum (Günahsız) olduğuna inanırlar.
BEKTAŞİLER, Her fırsatta peygamberimizin AKILLI olduğunu söyleyerek çaktırmadan vahyi inkar ettirmeye çalışırlar, Peygamberin masumiyetine inanmazlar, istedikleri gibi ve her fırsatda peygamberimizi eleştirirlir.
ALEVİLER, Kur’an’a inanır ve teslim olurlar, uymaya çalışırlar.
BEKTAŞİLER, Kur’an’ın eksik olduğunu, el katıldığını söylerler. İşlerine geldiği gibi Kur’an’dan örnekler verirler, beğenmedikleri hükümleri inkar ederler.
ALEVİLER, Helal, haram, mekruh, müstehab ve mübahlara göre yaşamlarını düzenlerler.
BEKTAŞİLER, Bu tip sorunları yoktur, Keyfi ve akılcı davranırlar, El, Bel, Dil masalıyla ve soyut ilkelerle herşeyi geçiştirirler.
ALEVİLER, İnançlarını İslam Şeriatı yada Oniki İmam Şeriatı sözüyle ifade ederler.
BEKTAŞİLER, Emevi, Abbasi, Osmanlı şeriatının çelişkilerini göstererek her türlü şeriatı inkar ederler. Allah’ın, Peygamberin ve Oniki İmamların şeriatınıda dolayısıyla inkar etmiş olurlar.
ALEVİLER, Allah’ın Adil olduğuna, adaletli olduğuna inanırlar.
BEKTAŞİLER, Allah’ın adaletine inanmazlar, sürekli eleştirirler, şikayet ederler, sızlanırlar. Bu konuda bolca fıkra uydurarak alay ederler.
ALEVİLER, Melek, Şeytan, Cin gibi gabi varlıkların varlığına inanırlar.
BEKTAŞİLER, Bu tür konularda nesnel gerçekcidirler, materyalist davranırlar inanmazlar.
ALEVİLER, Oniki İmamların imametine inanırlar ve bilgilerini onlardan alırlar. Peygamberimize onlar vasıtasıyla ulaşmaya çalışırlar.
BEKTAŞİLER, Oniki İmamları sevdiklerini söylerler ama onları tanımazlar, onların bilgilerini bilmezler, onları hep araka planda tutmaya çalışırlar ve ön plana hep başka isimleri geçirirler. Oniki İmamların sözlerine uymazlar, yaptıklarını yapmazlar.
ALEVİLERİN, Anlattıkları her olayın yazılı kaynağı vardır ve bu kaynaklar Arapça ve Farsçadır. Günümüzde de yeni yeni Türkçeye çevrilmektedir.
BEKTAŞİLERİN, Yazılı kaynakları yoktur, kaynakları şifai yani sözlü ve Türkçedir. Sıkışırlarsa kaynaklarının yakıldığını, imha edildiğini söylerler. Anlattıkları pek çok şeyde Kırklar cemi gibi kaynaksız ve uyduruk masallardır. Bunlarla haklı uyutup dururlar.
ALEVİLERİN, Söz ve eylemleri Onik İmamların bilgilerine dayandığı için Aleviler, Oniki imamlara benzemeye çalışırlar.
BEKTAŞİLER, İçerisinde her türlü ilkeye ve insana rastlamak mümkündür. Yezid’e lanet okurlar ama yaptıkları çok şey yezid’in yaptıklarıdır.
ALEVİLERİN, Temel ilkeleri Ehl-i Beyt’in dostuna dost, düşmanına düşman olmak esasına dayanır.
BEKTAŞİLER, Yetmişiki milleti bir gördüklerini söylerler, dostuda düşmanıda seviyoruz derler, Cemevlerinde Ehl-i Beyt’le ilgisi olmayan insanların resimlerinide bulundurabilirler.
ALEVİLER, Caferi mezhebini bilir ve uygularlar. Caferi mezhebine göre yaşamlarını düzenlerler, Abdest alıp, Namaz kılarlar, gusül alırlar, ezan okurlar, nikah kıyarlar. Şekle ve Öze birlikte önem verirler.
BEKTAŞİLER, Caferi olduklarını söylerler ama hükümlerini bilmedikleri gibi şeklide inkar ederelr, Batını öne çıkarırlar. Buyruk dedikleri kitabları uyduruktur. İslami şekli hükümleri inkar ederler ama bektaşi erkanlarındaki tüm uyduruk şekilleride uygulamaktan utanmazlar.
ALEVİLERİN, Hocaları, Alimleri, Seyyidleri, Müezzinleri, Cemaatleri vardır.
BEKTAŞİLERİN, Dedeleri, Babaları, Anaları, Halk ozanları, Talibleri vardır.
ALEVİLER, Cami yada Mescid yaparlar, Oniki İmamların Mezhebine göre İslami İbadetleriyle meşgul olurlar.
BEKTAŞİLER, Cemevii yaparlar, sazla, sözle, semahla, yeme içmeyle, masallarla ibadet yaptıklarını söylerler.
ALEVİLER, Takiyye dışında hiçbir şekilde inançlarından taviz vermezler.
BEKTAŞİLER, Biraz sıkışınca tavize başlarlar, Hem dede, hem hoca olsun, hem cami, hem cemevi olsun diyecek kadarda utanmazlar.
ALEVİLERİN, Temel bilgileri yada kaynakları Kur’an ve Ehl-i Beyt İmamlarına dayanır.
BEKTAŞİLER, İse inançları içerisinde Tasavvufi, Batıni, Melami, Hurufi, Kalenderi, Ahi, Şamanist, Hristiyan, Yahudi, Haydari ve çeşitli kültür ve inançları barındırır.
ALEVİLERİN, Siyasi tavırları ve yaşamları İzzetli ve Şereflidir.
BEKTAŞİLER, İse her kurulu düzenin köleliğini yaparlar. Her iktidara hizmet ederler, Kul köle olurlar, ilkelerini savunurlar. En çok Osmanlı’dan nefret ettiklerini söylerler ama bununla en çok Osmanlı’ya hizmet ettiklerini gizlemeye, saklamaya çalışırlar.
ALEVİLERİN, İçki içmezler, haram olduğunu bilirler ve içkinin olduğu yerde durmazlar.
BEKTAŞİLER, İçkiyi meşru bir içecek olarak kabul ederler, fazla sıkışırlarsa SIR dersen içebilirsin derler, bu DOLU’dur derler yada CEM’lerde içilmez derler.
ALEVİLER, Beş vakit namazı Caferi mezhebine göre birleştirerek üç vakitde kılarlar. Namaz bir Alevi için herşeydir, Hayatın en önemli gayesidir. OLMAZSA OLMAZ koşuludur.
BEKTAŞİLER, İlk aşamada namazı inkar ederler ama sıkışırlarsa HALKA NAMAZI yada GECE NAMAZI yada NİYAZ vardır derler.
ALEVİLER, Ramazan ayı orucunun farz olduğuna inanırlar ve bu ayda oruç tutarlar.
BEKTAŞİLER, Ramazan ayı orucununu inkar ederler, Muharrem orucunu bunun yerine koyarlar, Farz ile sevabı birbirine karıştırırlar.
ALEVİLERDEN, Durumları iyi olanlar farz olduğu için Hacc’a giderler.
BEKTAŞİLER, Hacc’ı inkar ederler, Ölüye değil diriye gideriz derler, Hacı Bektaş kasabasını ziyareti Hacc yerine koyarlar.
ALEVİLERİN, Ondört Masumun, Peygamberimiz(sav), Kızı Hz.Fatma(as) ve Oniki İmamlar(as) olduğunu bilirler ve söylerler.
BEKTAŞİLER, İse masumiyeti inkaretmek için Ondört masumun kerbela’da öldürülen çocuklar olduğunu söylerler.
ALEVİLER, Ahiret gününe, ceza gününe, kıyamete, cennet ve cehenneme inanırlar.
BEKTAŞİLER, Cennet ve Cehennemin bu dünyada olduğunu sık sık söyleyerek çaktırmadan ahireti inkar ederler. Ahiret gününü anlatan hiçbir anlatımları yoktur.
ALEVİLER, Aleviliğin islamiyetin ÖZÜ olduğunu bilirler. BEKTAŞİLER ise KÜLTÜR SENTEZİ olduklarını bilirler, İslam dışıdırlar. Ne kadar Alevi ne kadar Bektaşi olduğunuza siz karar verin.
Alevi mi, Bektaşi mi olacağınıza siz KARAR VERİN.
İzzeti mi, Zilleti mi seçeceksiniz siz KARAR VERİN.
Oniki İmam dostu mu, Yezid’in dostu mu olacaksınız siz KARAR VERİN.
Yüce Allah yardımcımız, Ehl-i Beyt Şefaatcimiz, İmamı Zaman Mehdi önderimiz olsun.
ATATÜRK'ün HAYATI
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda
barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal Devrimler:· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)2. Toplumsal Devrimler· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)3. Hukuk Devrimi :· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)· Güzel sanatlarda yenilikler5. Ekonomi Alanında Devrimler:· Aşârın kaldırılması· Çiftçinin özendirilmesi· Örnek çiftliklerin kurulması· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.
Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ
Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.
Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.
29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.
Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.
Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.
Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.
Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda
barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal Devrimler:· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)2. Toplumsal Devrimler· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)3. Hukuk Devrimi :· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)· Güzel sanatlarda yenilikler5. Ekonomi Alanında Devrimler:· Aşârın kaldırılması· Çiftçinin özendirilmesi· Örnek çiftliklerin kurulması· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.
Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ
Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.
Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.
29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.
Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.
Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.
Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.
Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.
Abonnieren
Posts (Atom)